Yine eskilerden bir yazım daha malum sitede, beğeni alınca, buraya da taşımaya karar verdim. Beğenmediğim çoğu oyunu buraya taşımamaya karar vermiştim biliyorsunuz; ama tüm kararlar değiştirilmek içindir 🙂 Bazılarını, bende bir şeyler uyandıranları, yine de yayınlayacağım. Bu girişten sonra, haydi buyrun yazıma:
Oyunu 12 Kasım 2023’te Kumbaracı50’de izledik. Uzun zamandır gelmek istediğim bir oyundu, zira çok geç kalmıştım ama fareli afişinden hiç “gel gel” etkisi alamamıştım. Afişine rağmen gittim diyebilirim. İyi ki de gitmişim gitmesem aklım kalırdı. Gelelim, genel yorumuma: yer yer güzel anlarına da şahit oldum şüphesiz ama maalesef oyunu beğenmediğimi sizlere itiraf etmek isterim sessizce. Bazen böyle süper bir oyuncu olunca hikayenin içinde (Ayşegül Hanım elleriniz dert görmesin), ne olursa olsun “sevdim” deme refleksim oluyor içten içe, ama sonra kendimle kalıyorum, bir üzerine uyuyorum, bir “ne izledim ben” diyip içime sindiriyorum. Yok, diyorum, olamadı, yapamadım. Beğenemiyorum. En son söyleyeceğimi ilk söyleyerek, tüm büyüyü bozdum biliyorum, ama olsun, bence ilerleyen paragraflarda derdimi toparlayabileceğim.
Oyunun özeti ile giriş yapayım, müsaadenizle: Şehvar hanım, Osmanlı’nın yıkılış döneminde, varlık içinde yokluk çeken, aslında ailesi, sevdikleri ve üstüne üstlük, ünlü bir kadın şair olmasından mütevellit, epey seveni de olan ve fakat hepsi tarafından yalnız bırakılmış bir asilzade görünürde. Uzun süre yalnız kalması ve zorlu şartlar sonrası, hastalığı nüksediyor ve bunu duyan eski yardımcısı Sabriye kendisini, birlikte yaşadıkları eski konakta ziyarete geliyor. Peki kim bu Sabriye? O da 8 yaşından beri onlarla birlikte yaşamış, tek hayali müzik olan, rüyalarında besteler yapan ve kulağına sürekli melodiler akan, hatta – hatta Şehvar Hanım’ın şiirlerini kendince besteleyen, hanımına “hayran” bir yardımcı esasen.
Bundan sonrası ciddi spoiler içereceğinden bir disclaimer geçeyim yine de ben: SPOILER!!!
Arka planda ülkenin işgal ve kurtuluş sancılarıyla birlikte, bir iç hesaplaşmaya şahit oluyoruz iki kadın özelinde. Kim daha vatansever, kim daha cesur, kim daha bilgili, kim daha yürekli, kim kendi hakikatine uyanmış, kim inkarda olan biteni, kim tutku dolu aşk insanı, kim acılar içinde kıvranan kendine bir yabancı?.. Güzel cevaplar geliyor..Sanırım hikayedeki köşeler belli ve fakat hemen hemen tüm cevaplar içiçe yumak olmuş. Sökülmüyor. Bazen “bir artı bir”den: daha büyük bi’ “bir” doğar ya, bu hikaye de onun gibi bir bakıma. Kocaman bir “bir” var elimizde. Ama görünmüyor. En üzeni de o bence. Varsın— ama yoksun hissi. Görülmeme hali. Zor mevzuu. Olan biteni biraz biraz idrak edip, o yumağı yavaş yavaş söktüğümüzde, hani bitince bir rahatlarsın, bir “oh be” dersin ya olan bitene, bu hikayede o “oh be” gelmiyor bir türlü içimden, içselleştiremedim, galiba özünde duygudaşlık hissedemedim. Sonra neden hissedemediğimi düşündüm. Bulgularım şu şekilde:
Bu duygudaşsızlığım için bir kaç sebep olabilir: a) bir insanın kendinden bu kadar vazgeçip sevmesini anlayamama kapasitemden b) hikayedeki oradan oraya zıplamaları kafamda oturtamamamdan kaynaklı, sürekli “ne bu şimdi” lerimin verdiği huzursuzluktan c) son 10 dakikada gizem çözülünce bile, “hala bir şeyler eksik, hikaye tam toparlanamamış gibi” hissimden d) hepsi.
Cevap veriyorum — ya da yok yok bence siz cevap verin. Belki e)hiçbiri dir.
Dilerim, bu hikayedeki gibi, söyleyemediklerimiz içimizde yol su elektrik olarak patlamaz ve melodi olarak kulağımızda çınlamaz. Yoksa halimiz duman. İlaçlar da bizi kurtarmaz. “E işte yalan dünya, kimsenin yarasına merhem olunduğu yok” günün sonunda ama sözlerime oyundaki bu sözlerden ziyade, en beğendiğim başka bir bir tanesiyle son vermek isterim:
“Baharınız bende son bulmaz.”
Bu kadar sevmenin hepimize kısmet olması dileklerimle..

Yorum bırakın