Her şeyi unutuyorum. Unutmak istemediğim güzel deneyimlerimi ise, kıyamadığımdan kağıda kaleme döküyorum. Ki izi belli olsun.
O yüzden burası; kendimin kendime notları. E siz de bu durumda okuyucu olarak, şahidimsiniz. Keyifli okumalar!

Büyük Zarifi Apartmanı

Published by

on

Oyunu 29 Mayıs 2024’te izledim. Zar zor bilet buldum ve koştura koştura gittim diyebilirim.

Aynı apartmanda yaşanan ve birbirinin devamı niteliğinde olmayan üç farklı hikayeden oluşan bir oyunmuş meğer. Farkında değildim. Ben bu üç hikaye birbirine bir yerden dokunuyor sanıyordum, çok naif bir tutkal ile tutturulmuş meğer, onu da izlerken fark ettim. Oyun Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir evde oynanıyor ve gerçekten içindeymiş gibi hissediyorsunuz hikayenin. Bu açıdan sizi hemen içine çekiyor. Toplam seyirci kapasitesini sordum, öğrendiğim kadarıyla 23’müş. Biletlerin bu denli hızlı tükenmesine ve sürekli bilet kovalamamıza şaşırmamak gerek. Zira o seçili 23’ün içine girmek gerçekten bir hayli zor oldu.

Gelelim oyuna: ilk hikayemiz Pınar Fidan ve Rasmi Tsopela’nın oynadığı kısımdı ve bence diğerlerine göre görece, daha az etkileyiciydi. Güzel tesadüfi karşılaşmalar, birbirinin içine geçmiş hayatlar, hayaller, rüyalar ve hep olur ya, o tanımadığın halde birbirine olan aşinalıklar. Bir anda kapında beliren yabancının sıcaklığı, evini tanıması, odalarını tek tek garip bir şekilde hatırlaması. Aynı dili konuşmasan da, aynı havayı solumak yetiyor bazen. (Yani herhalde? eğer mistik şeylere inanıyorsan sevgili ben 🙂 )

Sonrasında ikinci hikayede Çağdaş Ekin Şişman’ın canlandırdığı karakterimizin, tek başınalığına şahit olduk. Maalesef aşkını geride bırakan bir kadını canlandırdı Çağdaş Ekin. Herkes sırtını döndü şehrine ama O, aşkına döndü sırtını, şehri yerine. (Vavv bu cümleyi nasıl kurdum?) İçim epey burkuldu diyebilirim. Bence bu ikinci hikayede, sahne çok iyi kullanılmıştı, perde ile yansıtılan flashbackler harikaydı ve fakat tüm hikaye boyunca Çağdaş Hanım’ı o perde arkasından izlemek yorucu oldu. Burası teknolojik yetersizlik ve sınırlı iç alandan olsa gerek ancak böyle kotarılmış herhalde, yapacak bir şey yok; ama Çağdaş Hanım’ın mimiklerini görmek; halet-i ruhiyesini yakından tecrübe etmek çok isterdim. Perde epey canımı sıktı o anlamda. Aç parantez; kadın neden gitmedi, geride kaldı, niye ailesine bu kadar düşkünken yarı yolda onları bıraktı, pek anlamış değilim. “Gidemem de gidemem.. Yapamam da yapamam!!”.. E be kızım neden? Verdiği kararın irdelenmesi hoşuma giderdi, ya da şu an içinde bulunduğu zindanımsı düşünceler pişmanlık mı, özlem mi ayrımına varabilseydim mutlu olurdum. Gitmediği için pişman desem değil, kaldığı için mutlu desem o hiç değil. Bu arada kalmışlık, bir şeye muhakkak hizmet ediyordur, ama bana geçmedi. Kendisi için hiç üzülemedim yahuu…

Neyse gelelim 3. hikayeye… Nedense favorim bu oldu. Gafur Uzuner, çok iyi iş çıkartmış. Gerçekten de aksi, sürekli şikayet eden, huysuz bir Rum ihtiyarını çok iyi canlandırıyor. Duygusu bana çok iyi geçti. Oğluyla kopan bağı, gelen yabancı ziyaretçiyle kurduğu diyaloglar sonrası olayların gelişimi gözlerimi yaşarttı. Çok tatlıydı, hele o en son sahne.. O ağladı, ben ağladım. Tatlı, buruk, hüzün dolu, tuz, ayrılık, pişmanlık ve özlemin karıştığı, tadımlık bir tat ile salonu terk ettim.

Nihayetinde; 80 dakikalık 3 kısa hikaye yerine, 1 uzun hikaye olmasını çok daha tercih ederdim. Bana kalsa bu haliyle, her şeyden bir şey alıyorsun ve günün sonunda aslında tam tatmin edici bir şey yaşamamış oluyorsun. Güzel mezelerle donatılmış bir sofra ve fakat ana yemek yok, o hesap. Yani bir şeyler tam olacaktı, ama eksik gibi. Bazen “Zaten bana yetiyor mezeler, ben OK’im” de derim ama bu sefer “Tam aydınlanacaktım, bir gülme geldi, aydınlanamadım” cılardan oldum bu sefer. Daha derinleşebilirdim, ama yok, derinleşemeden havada asılı kaldım, ellerim bomboş, yüreğimde bir minik sıkıntı..

Yine de alkışı bol olsun. Sadece 23 kişiye böylesi meşakatli bir oyun… O anlamda emeğe bravo! diyorum.

Yorum bırakın

Previous Post
Next Post